Aynı sohbetler, aynı insanlar, aynı sorunlar… kendini gettoya hapseden şehir insanı çıkış arıyor.
Şehirde yeni hiçbir şey yok bilakis herkes birbirinin eskisi, yeni biriyle tanışmak, pacman oynamak gibi… hoşlandığın kişi eski sevgilinin son sevgilisi çıkıyor mesela. Miden kaldırsa yüreğin kaldırmıyor ve next tuşuna basıyorsun. Başka biriyle date’e çıktın diyelim en yakın arkadaşının hısımı çıkıyor, arkadaşını kaybetmektense, sevgili adayını kaybetmeyi yeğliyorsun ve yine next tuşuna basıyorsun.
Arkadaşını sevgiliye tercih etmek yeni bir durum değil aslında. Çok uzun yıllardır cevabı bulunamayan başka bir tavuk-yumurta meselesi. Sevgili yapınca arkadaşını satanlardan mısın yoksa arkadaşların uğruna sevgiliye yol verenlerden mi? Ben ikinci grup insanıyım, söz konusu arkadaşlarımsa gerisi teferruattır. Hatta 5-6 ay öncesinde dizlerimin bağını çözen ve umumi ortamlarda bile öpüşmek, elele tutuşmak gibi keko bulduğum tüm aktivitleri yapmaktan kendimi alı koyamadığım flörtümü mahalle baskısına kurban verdim.
Mahalle baskısı önemli arkadaşlar. Yeni Türkiye ile dimağımıza yerleşen bu terimin kaplandığı hacmi ve kapsamı sandığımızdan daha geniş. Bir kere her insan yaşadığı yere ve mahalleye göre alışkanlıklar geliştiriyor. Bu da doğal olarak beklentileri belirliyor. Örneğin Nişantaşı’nda yaşayan bir insan ile Bebek’te yaşayan bir insanın bile ilişki yaşaması çok güç artık. En önemli sorun trafik, iş yoğunluğu, sosyal ortam filan değil. Artık hiçbir duygumuz bir başkası için fedakârlık yapacak kadar güçlü değil. Az önce saydığım etmenler de etkilemiyor değil tabii ki.
Hoşlandığın biriyle sevişmek istedin mesela ve birazcık uzakta oturuyor, her şeyi göze alıp, mesafeleri aşıp, yanına gidip libidolarınızı çarpıştıracaksınız. Evden çıktın hop taksi yok velev ki buldun, şehir trafiğine takıldın hadi onu da aştın, taksicinin bozuk parası yok ve tartışarak sinir sistemini felç ettin. Hani nerde libido, tabii ki gitti bitti. İşte bu yüzden sevgili ya da date adaylarımızı yaşadığımız mahalleden seçmek zorunda kalıyoruz. Bunda aynı ortamı solumanın, aynı beklenti ve hayat tarzına yakın olanın etkisi de büyük. Ama mahalle dediğin kaç kişi ki? Çok uzaklaşmadan takılmak, diye bir şey var artık. Kimse takılmak için çok uzaklara gitmek istemiyor, yürüme mesafesindeki date’lerle yürüme mesafesindeki kafelerde, kendi kısır döngüsünü yaratıyor.
Aynı mahallede takılınca da bir bakmışsın ki aynı şeyleri konuşuyorsun. Spor, diyet, genç kalma, açılışlar, davetler, lansmanlar ve aynı gıybetler. Modern hayat kendi gettolarını inşa ediyor. Ve artık İnsanlar bile isteye gettolara dahil oluyor ve gettolar bir yerleşim biriminden çok bir statüyü temsil ediyor. Nişantaşı gettosu, Bebek-Etiler gettosu, Beyoğlu gettosu, uzak İstanbul gettosu ve Anadolu yakası gettosu diye arttırabiliriz örnekleri.
Gizli bir cast sistemi var şehirde… örneğin işinde gücünde başarılı bir kadın, kendine çok dikkat eden spor yapan, yakışıklı birinden hoşlansa hatta aşık bile olsa kendi gettosuna ait olmayan bu kişiyle yatak odası dışında bir şey paylaşmıyor. Mahalle baskısına yeniliyor. Ya da ‘’itboy’’ diye tanımladığımız biri, kendinden az kazanan ve hayata yeni atılmaya çalışan birinden hoşlandı diyelim, arkadaşlarının baskısına yenilip büyük bir aşktan vazgeçiyor.
Modern hayatın, bir gruba ait olma fikri yeni bir kavram değil fakat sosyal medyanın hayatımızın kontrolünü ele geçirmesiyle daha keskinleşen bir terim. Sosyal medyada yarattığınız profil, kendi hayatınıza ait paylaştığınız postlar, ait olduğunuz getto adım adım mutluluktan ve aşktan uzaklaştırıyor sizi (bizi). Çünkü bir çoğumuz kendimizi değil, olmak istediğimiz kişiyi lanse ediyoruz ve bu iki faktörlülük arasındaki fark açıldıkça mutsuzluk kaçınılmaz oluyor.
Kapana kısılan şehir insanı, elini next tuşundan çekmeden mutluluk formülü arıyor. Aynı sohbetlerden, aynı insanlardan, aynı sorunlardan bunalsa da konfor alanını terk etmemeye de niyetli görünüyor. Aynı mahallelerin içinde ayağını yerden kesecek aşkı arıyor… ha mahalle de demişken, bizim İstanbul dediğimiz kaç mahalle orası da başka bir hikâye.