İstanbul adeta bir açık hava şantiye alanı, her sokak başı, her mahalle yeniden inşa edilen binalarla dolu. Eskisini onarmak gibi kötü alışkanlıklarımız yok bizim, eskinin gözünün yaşına bakmadan yıkıyoruz, yerine birbirinden farksız, kimliksiz ve dokusuz konutlar dikiyoruz. Bunun adına ‘’kentsel dönüşüm’’ diyoruz. Tabi yersen!
Bilmeyenler için açıklamakta yarar var… İstanbul Anadolu ve Avrupa Yakası diye iki ayrı kıtadan oluşuyor ve bu iki kıta birbirine 3 adet köprü ile bağlanıyor. Siyasi atmosferin etkisi ile, bu köprülerin isimleri değiştiriliyor ve fakat; yaşayanlar birinci, ikinci ve yeni köprü diyorlar kendi aralarında.
İki kıta insanı da hayattan beklentisine göre, yaşayacağı kıtayı seçiyor. Sakinlikten yana olanlar Anadolu, kaos seviciler ise Avrupa yakasını tercih ediyor. Ben tercihimi Avrupa yakasından yana kullananlardanım. Yetmezmiş gibi, Şişli ilçesinin, Fulya Mahallesinde yaşıyorum. Şehirdeki en kozmopolit mahallelerden biridir. Apartmanları bitişik nizam, kakofonisi ise ziyandır. Sakin bir hayatı tercih edecek olsaydım, İzmir’den taşınmazdım zaten, ben seviyorum bu hızlı ritimli hayatı.
Gelin görün ki günlerden bir gün, saatlerden bir saat Anadolu yakasına geçmem icap etti. Nasıl geçilir, nasıl gidilir, insanları ne yer, ne içer… bir keresinde bir arkadaşım trafiğin sağdan aktığını bu sebepten karşıya asla geçmek istemediğini söylemişti. Ehliyetim olmadığı için, çok üstünde durmadım. Şehrin trafik sorunun bir çırpıda çözen metrobüs ile yolculuk etmenin, zaman tasarrufu açısından çok etkili olduğunu duymuştum. Denemek istedim. Birinci köprüden geçtikten sonra, son durakta indim, trafik sağdan akmıyor, aynı kaos ve keşmekeş burada da mevcut, ısındım birden bu yakaya.
Toplantılarımı tamamladıktan sonra, Starbucks’ımı alıp hazır vaktim varken, vapur ile Beşiktaş’a geçmeyi düşündüm. Vapurda seyahat ederken, talan olmuş İstanbul’un tarih kokan sembolleri göz kırptı bana. Galata, Topkapı, Dolmabahçe ve daha niceleri… sonra da ‘’lan bunu buraya nasıl koymuşlar’’ diye düşünmeden edemediğim, kazulet gibi binalar. Estetik yoksunu ve duygusuz.
Mimari ile insanlık arasındaki ilişkiyi yolculuğum sırasında iyice kavradım. Günün sonunda, mimari ve peyzaj insan eli yaratısı… ve değişen, dönüşen insanı yarattıklarından tahlil etmek pek mümkün.
Günümüz insanın daha özensiz, ayrıntısız ve tek tip; aynı TOKİ konutları gibi ve insanlık arasındaki yarış artık inanılmaz boyutlarda, en birinci kim olacak, en yükseğe kim çıkacak, en çok kim fark edilecek… aynı şehrin en umulmadık yerinden fırlayan gökdelenler gibi.
Örnekleri çoğaltmak mümkün tabii ki ama ne gerek var? Ulaşmak istediğimiz sonuç, vermek istediğimiz mesaj aynı. Şehirlerin yapısı ile insanların da yapısı değişti. Her ormanlık alan imara açıldığında, içimizin yeşilinden bir dal koptu. Deniz her dolduğunda, biraz daha hüzünle doldu yüreğimiz. Her tarihi bina gökdelen için yakıldığında anılarımızı kaybettik. Doğaya ait olup doğayı bu denli katleden başka bir canlı yaşadıysa da ben bilmiyorum. Bazen içten içe, bu dünya dinozorların hakkıydı, demez misiniz hiç? Ben sürekli söylerim.
İnsanlık hakimiyet alanını geliştirmek, mutlak otorite tahsis etmek için ne çok savaşlar verdi, veriyor, verecek. Kendi soyunu tüketene dek var gücü ile didinecek. Daha düne kadar; basit, minik şeylerle mutlu olan bizler, kalplerimiz kurumuşçasına bir duygu kuraklığı yaşıyoruz. Dilerim ki, kentsel dönüşüm diyerek; dünümüzü, kültürümüzü, doğayı katleden bizler, asıl dönüşümün kalplerimizde yaşandığını fark ederiz. Bahçenin yemyeşil canlanışına, kirazın çiçek açışına sevineceğimiz günlere…