Halbuki ne kadar sevinmiştim 2016 gelirken, 2015’ten de bu denli nefret etmiş miydim orasını hatırlamıyorum. Sadece benim için değil, ülkem ve gezegenim içinde adeta bitmek bilmeyen bir karabasandı. Sürekli uyandırılmayı ve etrafımdaki ruh emicilerden kurtulmayı bekledim fakat nafile.
2016’yı yeni evimde ve şahane terasımda şampanya patlatarak kutlamıştım ardından ömrümde görmediğim bir gribal enfeksiyonla 10 gün mücadele ederken buldum kendimi. Nazar değildi bu düpedüz büyü yapılmıştı bana, zira bin bir emekle inşa ettiğim “vücütüm” on günde yerle bir olmuşu.
Kendimi spor için motive etmem haftalarımı aldı ve o arada genel İstanbul stresine dayanamayan İzmirli bünyem uzun bir aradan sonra yeniden “Prozac” diyecekti. Prozac’ın etkisini göstermeye başladığını bulutları pembe, patronumu ise Yıldız Tilbe olarak gördüğünde anladım.
Yaz yaklaşıyordu ve tüm bakışlar 6 pack’lerimdeydi (yalan söyledim 4 pack’lerim vardı sadece). Yaza hazırladığım vücudumla plajların altını üstüne getirecektim ki “15 Temmuz Darbesi” yaşandı. Elim ağzımda kalakaldım, herkes gibi çok korktum. İzmir’den staj için yanıma gelen kardeşim tankların arasında kaldı ve o küçücük kalbi 20 yaşında dünyanın en pislik canlısı olan insanla tanıştı. Bundan sonrası çorap söküğü gibi geldi zaten, art arda patlayan bombalar, yaşanan kayıplar sebebi ile ülke bizim için savaş, başkaları içinde satranç alanına dönüştü.
Sex’ten, ayrılıktan, kadınlardan, erkeklerden, açılan ve kapanan mekanlardan, çanta ve ayakkabıdan konuşmaya bayılan bizim mahalle bile sadece siyaset konuşuyordu. Kimileri yüksek sesle ‘’gitmek’’ diyordu ama ben ‘’kaçmak’’ diye okuyordum bu durumu. Her şeyi ardında bırakıp yeni bir ülkede yeni bir hayat kurmak kimileri için bir masal olabilir, fakat Yugoslavya’dan kaçıp burada kendine, yeni bir hayat inşa eden ailemden öğrendiğim kadarı ile bu durum hiç de öyle masal değil. Babaannemin kulağımdan hiç gitmeyen bir lafı var: ‘’konuştuğun dili duyamamak, dünyadaki en büyük hasret…’’
Yaşanan onca olumsuzluklar, boka saran ekonomi, giderek yayılan mutsuzluk virüsü sebebi ile “nasıl oluyor da bu kadar güçlü devam edebiliyoruz?” diye soruyorum kendime, sonra “insan güneşten aldığı enerjiyi umuda dönüştüren bir canlı” diye cevaplıyorum. 2016’ya veda ederken umut etmeye devam edeceğiz ve gerçekleştireceğimiz hayallerimiz çabalayacağız.
Kolay değil biliyorum fakat mümkün, nasıl mı? Detox ile. Evet yanlış duymadınız, öyle 2 ya da 3 gün süren ve sadece sıvı ile beslenilen detox’tan bahsetmiyorum, hayatınızdan gereksiz olan her şeyi çıkararak gerçekleştireceğiniz bir program bu. Öncelikle evde kullanmadığınız kıyafetleri atıyorsunuz, kullanacak halde olup kullanmadıklarınızı ise ihtiyaç sahiplerine veriyorsunuz. Tarihi geçmiş ne kadar ürün varsa hepsi çöpe, kullanılmayan kozmetikler de öyle. Pintiliğin alemi yok okuduğun kitapları da köy okullarına yolluyorsun. Sonra yüzüne bile bakmadığın, günün birinde lazım olur diye sakladığın ne varsa hepsi çöpe. Rahatladın mı? Asıl detox’u ise arkadaş çevrene yapıyorsun, seni aşağı çeken, yoran, kötü hissettiren kim varsa hepsine kibarca veda edip yoluna devam ediyorsun.
Çok zorlu günler atlattık ve 1 Ocak 2017 itibari ile bir mucize gerçekleşip tüm kötüler bal kabağına dönüşmeyecek farkındayım. Ama umudumuz her daim yol göstericimiz olsun. Hem Sezen Aksu albüm çıkaracak en azından O’nu dinler, mest oluruz. Fena mı?